29 Mayıs 2007 Salı

Zümrüd-ü Anka Kuşu ve Keloğlan


Zümrüd-ü Anka’nın ilk gelişinin üstünden çok zaman geçmişti. Artık Tolga gördüklerinin bir hayal olduğun inanmaya başlıyordu. Kaç gece camın kenarında tekrar gelirse diye saatlerce beklemişti. Ama Zümrüd-ü Anka gelmiyordu. Ne olmuştu acaba? Kuşkan ülkesinde her şey yolundamıydı? Ya kötü bir şey olmuşsa diye endişeyle iç geçirdi Tolga, hayal ve gerçek arasında yaşadıklarını düşünürken. Oturduğu yerden yavaşça kalktı, elinde pullarla süslediği kuşların efendisinin resmi vardı. Tam arkasını dönmüş yatağa doğru giderken, rengarenk güçlü ışığı fark etti. Olduğu yerde dondu kaldı, heyecandan kalbi çok hızlı atıyordu. Sadece kendisinin duyabileceği bir sesle işte geldi diye mırıldandı. Gittikçe yaklaşmakta olan Zümrüd-ü Anka’nın kanat seslerini duyabiliyordu. Camın yanına gitti ve kendisine doğru gelen ışığı izlemeye başladı.
Zümrüd-ü Anka her zamanki muhteşemliğiyle camın önündeydi. Tolda da dışarı çıktı.
— Nerede kaldın. Seni çok merak ettim. Başına bir şey geldiğini sandım.
Her zamanki gibi gözleriyle konuşmaya başladı Zümrüd-ü Anka;
— Merak etme her şey yolunda. Kuşkan ülkesinin uçsuz bucaksız bahçelerinde barış hakim. Yalnız çözmem gereken bir sorun vardı. Eski bir dost, hem de çok eski benden yardım istedi. Sen bilir misin Keloğlanı? Başı kel, boyu kısa oğlanı?
— Ama Keloğlan sadece bir masal nasıl geldi senin yanına?

Kim bilebilir ki asıl masal ne? Nerede yaşanır? Belki sen masal kahramanısındır da Keloğlan gerçektir.
Belki de her inanan insanla beraber masallar gerçek oluyordur? Ya gerçekse Kaf Dağındaki cennet, ya gerçekten Şahmaran’la Tepegöz arkadaşsa o bahçelerde?
Ey gökkuşağından renkli Zümrüd-ü Anka,
Masalların büyülü kuşu, Kuşkan Ülkesinin efendisi
Her şeyi bilen bilge.
İnanıyorum sana, inanıyorum masallara…

— Sen ne kadar gerçeksen o da o kadar gerçek. Senin gibi her inanan çocukla masal dünyası hayat buluyor. Bahçemdeki meyveler daha da tatlanıyor. Kim midir bu Keloğlan, kulak ver de dinle hikayesini o zaman.
“ Bundan çok uzun zaman önce, doğuştan kel bir oğlan yaşarmış. Bu keloğlan, keleş oğlan annesinin bir tanesiymiş. Zaten birbirlerinden başka kimseleri de yokmuş. Ufacık bir evde yaşarlarmış. Fakirde sayılmazlarmış, zenginde. Aç kalmazlarmış ama çok da doymazlarmış. Yani yuvarlanıp giderlermiş. Keloğlan’ı herkes severmiş. Kimseye bir zararı yokmuş, iyi kalpliymiş ama biraz da safmış. Her şeye çabuk inanırmış ama bazen de o kadar akıllı konuşurmuş ki dinleyenler şaşar kalırmış. Keloğlan her işi yaparmış, bazen ormandan odun keser, bazen balık tutar bazen de tavuklarının yumurtalarını satarmış pazarda. Annesi ise o kadar yaşlıymış ki evin dışına pek çıkmaz çıksa da çok uzaklaşmazmış. Hemen yorulur eve geri dönermiş.
O sabah da her zamanki gibi erkenden kalkmış Keloğlan. Tavukların yumurtalarını toplamış, sepete yerleştirip pazara gitmiş. Yumurtaların tamamını satıp eve döndüğünde annesi evde yokmuş. Komşuya gitmiştir birazdan gelir diye düşünmüş. Ama zaman ilerledikçe endişelenmeye başlamış. Annesini aramaya çıkmış, bütün komşulara sormuş ama gören yokmuş. Üzüntü içinde eve dönerken bir çobana rastlamış ona da annesini görüp görmediğini sormuş. Çoban “Senin annen miydi bilmem ama ormanın kıyısında yaşlı bir kadın gördüm” demiş. Keloğlan hemen ormana gitmiş bir yandan annesine sesleniyor bir yandan da her tarafta onu arıyormuş. Sonunda bir kuyunun başına gelmiş. Bir de ne görsün annesinin bastonu kuyunun yanı başında duruyor. Hemen kuyunun etrafına bakmış ama annesi orada da yokmuş. “Ah annecim nerdesin, nereye gittin” diye ağlamaya başlamış. Tam o sırada kuyunun içinden bir kahkaha sesi yükselmiş.
“Annen artık benim tutsağım. Onu bir daha görmek istiyorsan bana dünyanın en değerli şeyini getirmelisin” demiş kuyu.
“Ama ben fakir bir Keloğlanım nereden bulayım dünyanın en değerli şeyini. Bırak anneciğimi, bırak da evimize gidelim” diye yalvarmış Keloğlan. Ama kuyu dinlememiş. İstediğimi vermezsen anneni asla bırakmam demiş, başka da bir şey dememiş. Keloğlan ağlaya ağlaya evine dönmüş. Hava kararmak üzereymiş. Bütün gece hazırlık yapmış. Yanına biraz yiyecek biraz da içecek almış ve güneş doğmadan yola çıkmış. Çıkmış çıkmasına da nereye gideceğini bilmiyormuş. Saatlerce yürümüş, çok yorulmuş. Karşısına bir göl çıkmış tam bu sırada. Biraz şu göl kenarında dinleneyim demiş. Bir ağacın gölgesine oturmuş yanındaki yiyecekleri yemeye başlamış. Çok güzel bir gölmüş, suyu pırıl pırıl parlıyormuş. İçinde rengarenk balıklar zıplaya zıplaya yüzüyorlarmış. Balıkların bazıları altından, bazıları gümüşten bazıları ise yakuttanmış. Bilse bilse bu balıklar bilir dünyanın en değerli şeyinin ne olduğunu diye düşünmüş. Balıklara seslenmiş. Rengarenk balıklar dans ederek Keloğlanın yanına gelmişler.
“Bizden ne istiyorsun Keloğlan” diye sormuşlar. Keloğlanda başından geçenleri anlatmış ve dünyanın en değerli şeyinin ne olduğunu sormuş.
“Doğru yere geldin keleş oğlan. Her dolunayda bir peri kızı gelir gölün kenarında oturur ve şarkı söyler. Biz de onun şarkılarını dinleyip dans ederiz. Dans ederken pullarımız dökülür. Bu dökülen pullarımızı gölün dibindeki su perisi toplar ve onlardan bir elbise yapar. Peri kızının şarkısı bittiği zaman su perisi de elbiseyi bitirmiş olur. Ama bu paha biçilemez elbisenin güzelliğini kadar kıskanır ki hemen yok eder. İşte dünyanın en değerli şeyi budur çünkü bizim pullarımız altın ve yakuttandır. Dolunayda gelip peri kızının şarkısını bitirmesini beklemelisin sonra da gölün dibine dalıp su perisi elbiseyi yok etmeden onu almalısın”
Keloğlan bu duyduklarına çok sevinmiş. Dolunay olana kadar beklemiş. Gerçektende o akşam gökten bir peri kızı gelmiş ve şarkı söylemeye başlamış. Balıklar dans etmişler, dans ettikçe pulları dökülmüş. Tam Peri kızının şarkısı bitecekken Keloğlan suya atlamış ve dibe doğru yüzmüş. Su perisini bulması hiç zor olmamış; elindeki elbise ışıklar saçıyormuş. Tam Su perisi elbiseyi yok edecekken Keloğlan elinden almış ve hızla yukarı doğru yüzmeye başlamış. Keloğlan o kadar hızlıymış ki peri ne olduğunu anlayamamış bile. Balıklara teşekkür etmiş ve hemen kuyunun başına gitmiş.
“İşte sana dünyanın en değerli şeyini getirdim şimdi annemi geri ver” demiş
“Bakalım neymiş getirdiğin; içeri at da görelim” diye cevap vermiş kuyu. Keloğlan elbiseyi kuyunun içine atmış.
Kuyu kahkahalarla gülmüş.
“Ben ne yapayım bu elbiseyi benim için hiçbir önemi yok. Bana dünyanın en değerli şeyini getiremedin” demiş. Keloğlan çok üzgünmüş. Şimdi nereye gideceğini bilmiyormuş. Ormanın içinde yürümeye başlamış. Bir süre sonra yorgunluktan bir kayanın dibine oturup uyumuş. Sabah daha güneş doğmadan dünyada duyduğu en güzel sesle uyanmış. Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafına bakınmış. Tam kafasının üstündeki ağacın dalında, mor renkli bir kuş oturuyormuş, güzelim sesi ile şarkı söyleyen de oymuş. “Sen de kimsin?” diye sormuş Keloğlan.
“Ben dünyanın en güzel kuşuyum, benden daha güzel sesi olan başka bir canlı yoktur şu dünyada. Tüylerimin rengini görüyor musun? Güneşin altında nasıl da parlıyorlar. Hem benim bir tek tüyüm dünyaya bedeldir. Tek bir tüyüme bile sahip olan insan dünyanın en değerli şeyine sahip olmuş olur. Bütün dertlerini unutur. Her canı sıkıldığında tüyü kulağına götürmesi yeterlidir. Hiç kimsenin duymadığı birbirinden güzel şarkılar duyar. Ben Tutu kuşuyum, ben dünyanın en değerli şeyiyim” demiş böbürlene böbürlene.
Keloğlan’nın gözleri parlamış. Bu kibirli Tutu kuşunun bir tane tüyünü alabilmek için saatlerce dil dökmüş. Sonunda kuş ikna olmuş ve bir tane tüyünü nazlanarak Keloğlan'a vermiş. Keloğlan mutluluktan uçarak kuyunun yanına gitmiş.
“İşte sana dünyanın en değerli şeyini, Tutu kuşunun tüyünü getirdim” demiş ve tüyü kuyudan içeri atmış. Kuyu gene memnun olmamış.
“Bunun benim için hiçbir önemi yok. Bir kuşun tüyüne ne yapayım ben. Son şansın Keloğlan gene yanlış şeyi getirirsen anneni bir daha hiç göremezsin” diye bağırmış kuyu.
Keloğlan bu sefer çok korkmuş. Sadece bir şansı varmış ve doğru şeyi bulması gerekiyormuş. Yardım etse etse bana yılanların şahı Şahmaran yardım eder, onu bulup ona sormalıyım demiş. Ama bir sorun varmış. Yıllardır kimse Şahmaranı görmüyormuş, yerini bilen de yokmuş. Ormandaki bütün böceklere, hayvanlara, bitkilere Şahmaranı sormuş Keloğlan. Sonunda bir tane bitki dile gelmiş.
“Ben yerini biliyorum çok uzun yıllar önce insanlardan kaçtı şimdi Kaf dağında Kuşkan ülkesinde yaşıyor” demiş.
Kafdağı çok uzaktaymış, şimdiye kadar oraya gidebilen bir insanoğlu yokmuş. Ama Keloğlan annesini o kadar çok seviyormuş ki her şeyi göze almış. Günlerce yürümüş, yorulmak bilmemiş. Dağa yaklaştıkça hava gittikçe kötüleşiyormuş. Önce çok şiddetli bir yağmur yağmaya başlamış. Keloğlan aldırmamış yürümeye devam etmiş. Sonra yumurta büyüklüğünde dolu yağmaya başlamış. Keloğlanın her yeri acıyormuş ama gene durmamış. En sonunda tipi çıkmış, kardan göz gözü görmüyormuş. Keloğlan soğuktan donmak üzereymiş ama gene pes etmemiş yürümeye devam etmiş. Sonunda Kafdağı’nın eteklerine gelmiş. Her yer yemyeşilmiş, güneş tepede parlıyormuş, hava sıcacıkmış. Keloğlan birden bire havanın böyle değişmesine çok şaşırmış. Dağın en tepesine çıkması gerekiyormuş bunu nasıl yapacağını düşünürken kocaman bembeyaz bir kuş uçarak yanına gelmiş.
“Şimdiye kadar olan bütün sınavları başarı ile geçtin Keloğlan. Dileğin her neyse bunu gerçekten istiyorsun anlaşılan. Ama Kafdağının tepesine çıkmadan geçmen gereken son bir sınav daha var. Şuradaki aynayı görüyor musun, onun karşısına geçeceksin. Eğer için dışınla birse ayna bir kapıya dönüşecek ve oradaki merdivenlerle yukarı kadar çıkabileceksin. Ama içinde kötülük varsa şurada gördüğün ağaçlardan birine dönüşeceksin” demiş. Keloğlan aynanın karşısına geçmiş. Keloğlanın içinde tek bir kötülük damlası bile yokmuş. Ayna bir kapıya dönüşmüş, kapıdan içeri girmiş ve merdivenlerden Kaf dağının tepesine çıkmış.
Merdivenlerin sonunda o kadar güzel bir bahçe varmış ki Keloğlan gözlerine inanamamış. Hemen Şahmaran’ı bulmuş. Şahmaran musluğundan bal akan bir çeşmenin başındaymış. Keloğlanı görünce çok şaşırmış. Nasıl şaşırmasın ki şimdiye kadar buraya hiçbir insan gelmeyi başaramamış. Keloğlan her şeyi tek tek anlatmış.
“Ne olur bana yardım et yılanların şahı. Dünyanın en değerli şeyi nedir” demiş.
Şahmaran bir süre sessizce kalmış, sonra
“Dünyanın en değerli şeyi aslında insanın içindedir. Ya vardır ya da yoktur. Yoksa zorla var olmaz. Varsa da asla yok olmaz. İnsanın gözleri hep dışarıyı görür. İçini de görmeyi başarabilirse birçok şeyi daha rahat anlayacaktır. Ama insanoğlu hep o gözleriyle dünya zenginliklerini arar durur, onun uğrunda her şeyi yapar. Sen ki aynadan geçmeyi başardın şimdi de içindekileri görmeyi öğren, onları bul. Benim sana verebileceğim başka öğüt yoktur Keloğlan” demiş.
Keloğlan şaşkınlık içindeymiş. Şahmaran’ın dediklerinden hiç bir şey anlamamış. Kuyuya ne vereceğini de bilmiyormuş. Bu kadar yolu boşuna geldiğini düşünmüş. Günlerce yürümüş kuyunun başına gelmiş. Kuyuyla son bir kez konuşmayı ona yalvarmayı düşünmüş ama sonra bundan vazgeçmiş. Şimdiye kadar getirdiklerini beğenmeyen, benim yalvarmalarıma da kulak asmaz demiş. O kadar üzülmüş o kadar üzülmüş ki hıçkırarak ağlamaya başlamış; gözyaşları kuyunun suyuna karışmış.
“Ben annemsiz ne yaparım, onsuz nasıl yaşarım, onu geri ver” diyormuş bir yandan da.
“Demek anneni bu kadar çok seviyorsun onun için gölün dibinden peri kızının elbisesini getirdin, onun için kibirli Tutu kuşunu tüyünü vermesi için ikna ettin ve onun için şimdiye kadar kimsenin gidemediği Kafdağına gittin. Aslında Bana dünyanın en değerli şeyini getirdin bile. İçindeki sevgi o kadar büyük ki gözyaşların suyuma karışınca anladım. Bana sevgiyi verdin” demiş kuyu ve sularını yükseltmiş. Suyun ortasında annesi oturuyormuş. Keloğlan ve annesi birbirleri ile buluşunca sevinçten ne yapacaklarını şaşırmışlar.Sarmaş dolaş hemen evlerine gitmişler. İkisi de başlarından geçeni anlatmaya başlamış. Aslında kuyu kötü biri değilmiş. Annesine çok iyi davranmış onu çok iyi ağırlamış tek amacı insanlara neyin önemli olduğunu göstermekmiş. Sabaha kadar sohbet etmişler. Keloğlan Şahmaran’ın ne demek istediğini artık anlıyormuş”

Zümrüd-ü Anka kuşu masalı bitirince artık geri dönmem gerekiyor demiş. Tolga heyecanla atılmış;
“Keloğlan geldiğine göre ben de gelebilir miyim Kafdağı’na” demiş.
“Şahmaran’ın dediklerini unutma, eğer iyilikten vazgeçmezsen, sabredersen ve çok istersen yapamayacağın şey yok. Bir gün sen de gelebilirsin” demiş Kuşların efendisi Zümrüd-ü Anka ve Kafdağı’na doğru uçmuş.
Tolga çok mutluymuş bir gün oraya gideceğine inanıyormuş sabah olsa da babama anlatsam demiş içinden ve yavaşça uykuya dalmış.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Bravo masalcım.Çok sevdim masalını. SEVGİ;sevmek ;sevilmek muhteşem değerli duygu.Okuyunca masalını çok duygulandım ayrıca.
Tebrikler

Adsız dedi ki...

Ben de çok beğendim. Çok güzel bir masal olmuş.

Adsız dedi ki...

harikaymış; ben de gece yatarken bundan bir tane dinlemek isterim...
ss

tapir